Sayan Dağları’nın pembe zambakları açmış. Pus çökmüş zirvelere bakıyorum. Çok uzak bir masalda geçmişimizi arıyoruz sanki. Altay-Sayan Dağları bize hep bir “masal” gibi anlatıldığından bu duyguya kapıldım. Altay, Sayan, Tanlı Ula dağlarının çevrelediği vadiler Türk tarihinin başladığı yerler. Bilinçaltımız, mitolojimiz, ilk türkülerimiz, anamızın ak sütü Türkçemizin ilk hali buralarda saklı; taşlara ilk çizgiyi bu dağlarda çizmişiz, ağaçtan evlerimizi ilk buralarda yapmışız. Şimdi bize ait olanın peşindeyiz işte, anlayıp anlatmak için…
Novosibirsk, Güney Sibirya’nın en büyük kentlerinden biri, bizim ilk durağımız. Dünyanın önemli bilim, araştırma merkezlerinden “Akademi Garadok” yani “Üniversite Kenti”nin müzesinde gördüğümüz buluntuları ilk anda bile olsa, bir yerlere oturtmak zor değildi. Tamgalı’daki panoda halay çekenleri tanıyordum artık, onlar burada da vardı. İnsanlığın düşünsel oluşumunda yer alan “inanç, tören, büyü” kavramlarıydı bunlar. Akademi Garadok üniversite kentinin özel müzesinde Altay Dağları’ndaki “Pazırık Kazısı”nda çıkan buluntuları maalesef göremedik, “Almanya’da sergiye gitti” demişlerdi.
Sibirya, hayallerimi süsleyen coğrafyaydı bugüne dek. Şimdi bir de tarihsel köklerimizi aramak adına hayallerimin coğrafyasında bulunmak müthiş heyecan vericiydi. Altay Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti Gorno-Altay’a yol alıyoruz; yaklaşık 500 kilometre yolumuz var. Bisk ve Barnaul kentlerinin yakınından geçiyoruz. Novosibirsk’ten yola çıktığımızdan beri manzara hiç değişmedi, yolun iki yanında uzanıp giden yemyeşil bir çizgi var sanki. Rakım 200 ile 400 arasında ve gözümün görebildiği son ufuk çizgisine kadar her yer dümdüz.
Uzaktan Altay Dağları göründüğünde içimizi bir sevinç kaplıyor, manzara değişiyor. Gorno-Altay, etrafı dağlarla çevrili bir çanak konumunda ve büyük bir kent değil, ağaç evler var burada da. Ağaç bu coğrafyanın en önemli varlığı, yol boyunca ömrümde görmediğim kadar orman gördüm belki de. Yolculuğumuzun daha ilk günleri, bundan sonraki günlerimizin orman denizleri içinde geçeceğinin farkında değiliz henüz…
Saha çalışmasına çıkmak için epeyce bir gayret sarf ediyoruz. Bu esnada Gorno-Altay Müzesi’ni geziyoruz. Müzedeki bütün eserler eski Türk dönemlerine ait, tabii ki Rusya’daki bütün müzelerde var olan 2. Dünya Savaşı bölümünün dışında kalanlar. Türk dönemi eserlerinden en çarpıcı olanı kemik üzerine eski Türk alfabesiyle yazılmış birkaç satır yazı. Ayrıca bugün Anadolu’da hMı kullanılan damgalar, yani hayvan sürülerin- de gördüğümüz damgalar için özel bir köşe yapılmış.
Saha çalışmasında ilk gördüğümüz alan “Biçikti Boom” köyündeki kaya resimleri ve yazıtlar oluyor. “Biçikti Boom”, “Yazılıkaya” demek. Biçikti Boom kaya resimlerini son döneme kayıtlamak lazım, çünkü resimlerin boyutu iyice küçülmüş ve bu alanda belli belirsiz yazıya rastlıyoruz. İlk heyecanımızı burada yendikten sonra sırası ile “Calamantaş”, “Yalbaktaş”, “Kalbaktaş” kaya resmi alanlarını görüyoruz. Bu alanlarda da yazı var yine. En belirgin yazı Kalbaktaş’ta ve bu ana kadar gördüğümüz en çarpıcı resimler de burada. Sunak yerinin çevresine çizilmiş dua eden, ayin yapan şaman resimleri ve büyük panodaki resimler, binyılları anlatıyor bir çırpıda. Katun Nehri boyunca sıralanıp giden bu alanların yakınlarında hep mezarlıklar var. Bunlardan bazıları kazılmış, bazıları ise hiç dokunulmamış. Altay Türklerinde, “Ata ruhlarının rahatsız edilmemesi” için, kazılara karşı çok büyük tepkinin olduğunu öğreniyoruz. Eski dönemlerde yapılmış kazılara ait birçok efsane anlatılıyor. Kazılan mezardan çıkan ata ruhlarının çevreyi rahatsız ettiğine dair söylenceler bunlar. Onlar için uzak ya da yakın tarihte ölenler diye bir ayrım yok, geçmişin tamamına duyulan bir saygı var.
Gorno-Altay’dan neredeyse Moğolistan sınırı olan Koşağaç’a kadar üç gün sürüyor yolculuğumuz. Koşağaç, bu bölgedeki bütün yerleşim birimleri gibi bir nehir kıyısında. Burada yeşillikler yok, tam bir bozkır. Koşağaç bölgesinde 70 Türk mezarının bulunduğu “Karaçakı” kaya resimleri alanındaki panoda karşımıza çıkan geyik resmi, Moğolistan’da gördüğümüz “geyik taş”ların öncülü. Koşağaç’ta, genel adı ile “Kokori bölgesi” olarak tanımlanan üç ayrı alandaki resimlerin tarz ve üslupları arasında pek bir fark yok. Katun Nehri kıyısındaki Aktaş’tan kuzeye sapıyoruz. Ulagan’a vardığımızda akşam oluyor. Ulagan ise başka bir Mem, dağlardan yuvarlana yuvarlana sis iniyor Ulagan’a. Geceyi ağaç bir evde geçiriyoruz… Ulagan’a 10 kilometre uzaklıktaki Pazırık kurganlarına doğru giderken, duyduğum heyecanı anlatamam. Pazırık, bugüne kadar Türk tarihine ait en önemli buluntuların ortaya çıkarıldığı alan ve buradan çıkan buluntuların çok büyük bölümü Petersburg’daki Ermitaj Müzesi’nde sergileniyor. Bir kısmı da Akademi Garadok üniversite kentindeki ihtisas müzesine götürülmüş. Pazırık’ta bir büyük Kurgan ve bu kurgana yakın diğer küçük kurganlar var. 1920’li yıllarda başlayan kazılar 1950’li yılların sonuna kadar sürmüş. Buradan çıkan “Pazırık Halısı”, “Pazırık Arabası” en önemli buluntular olarak tanımlanıyor.
Ulagan’dan ayrılarak Gorno-Altay’a doğru yol alıyoruz. Farklı bir yoldan dönüyoruz ve yolumuz üzerinde “Möndür Soka” köyü var. Möndür Soka’nın, “Dolu Yağan Yer” anlamına geldiğini öğrenmek hoşuma gidiyor. Bu coğrafyada henüz daha teknoloji yok, insanlar doğa ile barış içinde yaşıyor. Möndür Soka’daki müzenin tek görevlisi bir şaman, sürekli bilgiler veriyor bize. Şamanın anlattıkları tamamen eski Türk kozmolojisi ve kaya resimlerindeki anlamlarla ilgili. Damgaların karşılıkları, hangi anlamlara geldiği, insanın göksel yolculukları, doğadaki nesnelerin anlamlarını anlatıyor. Müzenin içinde yer alan çizimler farklı bir dünya sanki. Şaman, Nuh tufanı efsanesinden bahsediyor ve Nuh’un gemisinin Altay Dağları’nda, Altay Türklerinin kutsal dağı olan “Üç Sümer Dağı”nda olduğunu söylüyor.
<center><!– adman –></center>
Novakunetsk’te bir gece konakladıktan sonra müthiş bir parkur başladı bizim için. Bir gün içinde 1240 kilometre yol alarak Hakasya Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti Abakan’a ulaştik. Sibirya’da 10 kilometre gitmekle, binlerce kilometre gitmek arasında çok fark yok, coğrafya hep aynı, köyler aynı. Kentler birbirine çok uzak. Burası sonsuz bir coğrafya ve dünyanın yeni firsatları bu coğrafyada gizli duruyor. El değmemiş ormanları, doğalgaz rezerv
Altay, leri, içilebiir su kaynaldarı ile Sibirya geleceğin dünyasını kurtaracak.
Abakan’a vardığımızda gece yarısıydı ve hiçbir otelde yer yoktu, iş uyku tulumlarına kaldı. 0 yorgunlukla tulum, beş yıldızlı otelden daha güzel geldi bana. Prof. Dr. Viktor Butanayev geldiğinde ben tulumdan çıktım. Butanayev, Abakan’da yaşayan bir akademisyen ve Türkiye’de de “Yenisey Kırgızları” adında bir çalışması yayımlandı. Kaybedecek zamanımız yok, otele yerleştikten sonra Abakan Müzesi’ne geçiyoruz hemen. Burası muhteşem bir müze. Türk dönemi eserleri müzenin girişinde ve içinde sergileniyor. Yazıtlar, mezar taşları, anıtlar… Bizim yola çıkma sebebimiz olan kaya resimlerine ait birçok örnek var, ayrıca yazıtların bulunduğu taşlar da diğer çarpıcı belgeler. Gelişmiş bir heykel formundan da söz etmek gerekir. Eserlere ait tek tek bilgiler almamız mümkün olmuyor, çünkü Abakan Müzesi’nde tadilat çalışması var ve fotoğraf çekimlerimizi de çok zor şartlar altında yapabiliyoruz…
Hakasya’da yaptığımız saha çalışmasında “Uluboyar”, “Sülyek” ve
“Onlokaya” kaya resmi alanlarına gidiyoruz. Uluboyar kaya resmi alanındaki çarpıcı resimlerde “ağaçtan ev” resimleri var. İki yıldır araştırma gezilerini birlikte sürdürdüğümüz Ahmet Taşağıl, “İÖ 2. yüzyıla ait Çin kaynaklarında, ağaçtan evler yaparlardı diye yazıyor” diyor. Sülyek kaya resmi alanındaki yazı, “şok” denecek bir etki yapıyor üzerimizde. Bu yazıda “mengü kaya” yani “sonsuz taş”, “bengü taş” anlamına gelen bir ifade var. Sülyek kaya resmi alanından ayrıldığımızda gün dönmek üzereydi ve Karahögüz Nehri kıyısında kamp kurduk. Bütün bu maceranın en güzel akşamını orada yaşadım. Nehrin üzerinde batan güneşi seyrettim ve geceye su sesini dinleyerek kavuştum. Gecenin ilk yıldızı göründüğünde Butanayev’e sordum adı nedir diye; “Solban” dedi, ben de “Çolpan” dedim, “evet.., evet” dedi sevinerek… Bir rüyayı yaşıyoruz sanki, Sayan Dağları’nda isli puslu bir hava var fakat buna rağmen dağlar çok güzel. Tuva’nın başkenti Kızıl’a vardığımızda akşam olmamıştı henüz. Yenisey Nehri kıyısındayız. Yenisey, İstanbul Boğazı kadar büyük. Kızıl’da iki nehir “Ka kem” ve “Bi kem” birleşerek “Yenisey” yani “Ana Say” oluyor. “Ana Şay”, “ana vadi” demek. Kızıl Müzesi zengin bir müze. İçindeki eserlerden başka, bahçede sergilenen eserler de var. Bahçedekiler arasında, üzerinde yazıt bulunan bir taş neredeyse Kültigin Yazıtı kadar büyük ama bu yazıtın Kültigin Yazıtı’ndan çok önce yazıldığı da ortada. 0 zaman Türkçenin ilk yazılı belgelerinin “Orhun Amtları” değil, çok daha üncesi olduğu çıkıyor ortaya.
Rusya Federasyonu içindeki Tuva Özerk Cumhuriyeti çok özel ve özgün bir yer. 1989 yılında “Sovyet” sisteminin dağılmasından sonra Tuva’da yaşayan Rusların hemen hepsi Tuva’yı terk etmiş. Tuva kaya resimleri açısmdan son derece zengin. Kızıl kentinin hemen yanından akan Yenisey Nehri kıyısındaki kaya resimleri sanki beni alıp bir kere daha Lena Nehri kıyılarına göturu yor. Burada figürler büyük boyutlu ve yine dağkeçileri, geyikler var. Kızıl kaya resmi alanında bizi en çok üzen şey, resimlerin doğanın yıpratıcı etkileri ve elbette ki insan tahribatının sonucu yok olmaları: Alttan geçen yolun yapımı sırasında kopan kayaların yerlerini gördükçe, her bir kayada resim olduğunu tahmin etmek zor olmuyor. Sonkolağzı’ndaki, sahada kalan tek Türk yazıtına gidiyoruz. Kayboluyoruz. Sanki Moğolistan’dayız, burada da yollar karmakar’ık. Yazıtı bulduğumuzda seviniyoruz, bu yazıt da bir mezar taşı, üzerindeki yazı neredeyse okunmaz hale gelmiş. Bu coğrafranın her yerinde anıtmezarlar var bozkirm sessiz çığlıkları olarak sonsuza unıyorlar sanki…
Aktoprak’a ulaşmak için 300 kilometre yolumuz var. Biçiktikaya köyüne gidiyoruz. Yer isimlerinin hemen hemen hepsi bizim anlayacağımız şekilde Türkçe. Binlerce yıl önce verilen bu isimler günümüze kadar yaşamış. Biçiktikaya; “Yazılıkaya” anlamına geliyor, “Biçikti Boom” gibi. Literatürde en çok bahsedilen Biçiktikaya resimleri maalesef yok olmak üzere ve bir kısmı da yok olmuş. Resimli kayalar büyük bloklar halinde düşmüşler ve sanki bombalanmış izlenimini veriyor insana. Kaya resmi alanının tam karşısındaki mezarlar artık bizim için yabancı değil. Bugüne kadar gördüğüm en muhteşem balbal burada, özenle yapılmış ve çok heybetli. HM ziyaret edilen kutsal bir alan, bir tür sunak yeri gibi burası.
Kemçik Nehri kıyısındaki resimleri bulmamız zor oluyor biraz ama son üç yıldır bu alanlarda dolaştığım için artık resimlerin yerlerini kestirebiliyorum. Biraz uğraştan sonra buluyorum resimleri, iki tane çok estetik çizilmiş geyik resmi var. Kızıl’a dönerken Kayrahan Dağı’na uğruyoruz. “Kayrahan”, Altaylılarda Tanrı’nın adı. Üstelik onlarda “dağ kültü” hM çok büyük önem taşır.
Şimdi Moğolistan sınırına, Erzin’e doğru gidiyoruz. Beldiarık köyünden
bır öğretmen bize katilıyor. Türkiye’de okumuş, biz ona Ömer diyoruz. Bir diğer rehberimiz ise “Kızıl Madır”, yani “Kızıl Bahadır” ve şoförümüz Timur, hepsi Türkiye Türkçesini konuşuyor. Beldiarık köyünün hemen yakınında “Saygın dağ” ve onun etrafında da mezarlar var. Saygındağ’da kaya resmi olmadığını söylüyor Ömer. Beldiarık köyünden Erzin’e kadar olan kısımda Türk anıtmezarları var. En büyük mezar alanında ise geyik taşlarla karşılaşıyoruz. Saygındağ civarında 60 kadar büyük mezar var ve bu alandan “Köprüaltı”na, Tuva dilinde söylersek; “Köprükada”ya geçiyoruz. Burası müthiş büyük bir mezarlık, böyle bir anıtmezarlığın oluşabilmesi için yüzyılların geçmesi ve bu süreç içinde de çok güçlü bir siyasi organizasyon lazım. Tanı Ula Dağları’nda aylarca kalınsa sırlarını çözmek mümkün olmaz. Bir güne çok şeyi sığdırdık diye düşünüyorum sadece…
Kızıl’a dönüş aynı zamanda bu çalışmanın da sonu anlamına geliyor. Kızıl’da artık son günümüz ve dakikalarımız bile sayılı. “Çedigöl” yani “Yedigöl” bölgesindeki ”Aktala” kaya resmi alanında görebildiğimiz kadarını görüyoruz. Boynuzları tamamen güneş biçimli dağkeçisi resmi, ihtimal olarak düşündüğümüzün belgesi gibi karşımızda duruyor, dağkeçisinin boynuzları kıvrılarak güneşe dönüyor ve buradan koparak “güneş kültü” ortaya çıkıyor. Binyıllar içinde birikip gelen kültür kendi kendine deyiniyor, gelişiyor ve somuttan soyuta geçiyor, simgeleşiyor, düşünsel hale geçiyor.
Akşamla birlikte güneş Yenisey’in üzerine düşüyor, sularda yakamozlar dolaşıyor. Yenisey kıyısındaki ibadet alanında şaman dans ediyor. Bütün yorgunluğumuzu dua ateşinde savrulup giden alevlere bırakıyoruz, şaman elinde davulu ile binyıllar öncesinden gelen dualarını okuyor. Üşüten bir rüzgar var, şamanın duası bittiğinde, masmavi bir gece başlıyor. Yirmi beş günlük yorucu ama heyecanlı, her günü başka bir serüvenle dolu yolculuğumuzu başladığımız noktada, Novosibirsk’te tamamlıyoruz…
Sibirya 'nın Bilinçaltı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder