10 Ocak 2013 Perşembe

Londra

londra

londra

Bir insan Londra’dan bıktığı zaman hayattan bıkmış demektir. Ünlü İngiliz yazar Samuel Johnson, 18. yüzyılda böyle demiş. Londra’yı bir de şimdi görmeliydi; kalabalığı, gökdelenleri, dükkanları, meydanları, punk’ları, Arsenal taraftarlarını, çift katlı kırmızı otobüsleri… Kendini birçok bakımdan başka bir gezegene düşmüş gibi hissederdi Johnson. Ama öte yandan alışkın olduğu şeylerin önemli kısmını hM kentte bulabilirdi. Covent Garden’ın meydanında otunıp sütlü çay keyfi yapabilirdi örneğin.
Cazibeli, heyecan verici, merak uyandıran, bıkılmaz bir metropol Londra. Çağdaş İngiliz yazarlarından Jan Macleay, Johnson’ın yapamadığını yapıyor; günümüz Londra’sına bakıp bana anlatıyor: “Burayı seviyorum, çünkü tarih ve modern yaşamın mükemmel bir harmanı. Londra’yla gurur duyuyorum; burada bütün kültürler, dinler, renkler bir hoşgörü atmosferinde bir araya geliyor.”
Kraliçe Victoria dönemi, büyük savaşın ardından Churchill’in zafer nutku, Beatles’ın “Abbey Road”u, rock’n roll, futbol ve gündelik hayatta bir “ruj lekesi”… Londra tarih kadar kesin ve bir şaka kadar uçucu.
Thames Nehri’nin güney kıyılarında, “South Bank”te bulunan Anchor Pub; pencereleri küçük, ahşapları gıcırdayan tarihi bir mekan. Eskiden denizciler gelirmiş, şimdi yarım litrelik bardakların arkasında turistler ya da günün yorgunluğunu atmaya çalışan Londralılar var. “Yüz yıl sonrakiler binayı gene aynen böyle bulur” diyor barmen, “korunur burası”. “Belki biz de burada oluruz” diyorum. “Belkı” diyor gülerek, “belki de olmayız, her durumda kentler insanlardan fazla yaşıyor”.
Kendi ölçeğini aşan bir yerde bulunduğunu hissediyor insan Londra’da. Mağrur anıtlar, köşe bucaktaki ayrıltılar, “bilmem kim bu masada oturdu” notları buranın mektn ve zaman derinliği bakımından “büyük” bir yer olduğunu sürekli hatırlatıyor. Kent hatıralarına çok düşkün; bir yandan da çok ileriye dönük, geleceği tam on ikiden vurma arzusu var. Merkezin doğusundaki Greenwich’te eski rasathaneyi ziyaret edenler sıfir boylamının üzerine çıkıyor; bir ayağı doğu, öbürünü batı yarımküreye koyup fotoğraf çektiriyor. Dünya üzerindekı her noktanın koordinatı bu görünmez çizgiye göre belirleniyor işte. Uzaklara bakan, kaşif ruhlu ve iştahı açık bir kentin eski serüvenlerinin bekçilerinden biri Greenwich Rasathanesi. Nehrin karşı tarafında, eskı limanlardan dönüştürülmüş alanlarda ise büyük iş merkezleri ve gökdelenler var. Londra, kendini geleceğe de iyi hazırlamış gibi görünüyor…
Romalılar kenti Thames kıyısında “Londinium” adıyla kurdu. Nehir, yerleşime gemi ticareti için avantaj sağladı ve onu büyüttü; Londinium İS 2. yüzyılda surlarla çevrildi. Saksonlar zamanında önemini koruyan kent Büyük Britanya Adası’nın merkez yerleşimi olarak giderek sivrildi ve sonuç: Dünyanın en büyük metropollerinden biri. “Greater London” denen dev kent kompleksi yaklaşık 8 milyon insan barındırıyor. Metropoliten alanın nüfusu ise 15 milyona yaklaşıyor. Bu sayı onu Avrupa Birliği’nin en kalabalığı yapmaya yeter
li. Unutmadan, Londra metropolünün ekonomisinin yıllık hacmi yaklaşık 600 milyar doları aşıyor; yani başkentliğini yaptığı Birleşik Krallık’ın yüzde 30’u!
Kentlerin kalbi varsa eğer, Londra’nınki Trafalgar Meydanı olmalı. Anacaddelerin kesiştiği meydan araçları ve insanları toplayıp yeniden kente dağıtıyor, neredeyse etraftaki binaların bile nabız atışları duyuluyor. Bu hareketten sıyrılmak için ya meydanın kenarındaki oturma yerlerine geçmeli ya da merdivenlerden Ulusal Galeri’ye çıkmalı. Galenden bakınca meydan biraz yukarıdan ve daha bir güzel görünüyor; tepesine 1805 Trafalgar Deniz Savaşı’nın kahramanı Amiral Nelson’ın heykeli dikilen sütun ve yerde onu koruyan metal aslanlar. Sağda ise Buckingham Sarayı’na uzanan yolun, The Mall’un başlangıcını işaretleyen Amirallik Kemeri.
Buckingham, kraliyet ailesinin resmi konutu. Meraklılar parmaklıklarda birikmiş, içeride bir şeyler görmeye çalışıyor ama bu elbette ki nafile bir çaba, en fazla bahçede tören elbiselerini kuşanmış muhafizlar görülebilir. Victoria Anıtı sarayın hemen önünde; efsanevi kraliçe taş gözleriyle 1837-1901 arasında hükmettiği ülkeyi dikkatle izlemeyi sürdürüyor. Görüş alanında kraliyet parklarının en güzeli St. James de var. Onun ve civardaki diğer orman yavrusu yeşil alanların kalabalık bir metropolün göbeğinde olduğuna inanmak güç. Öyle geniş ve öyle sessizler. Ve Londra’da kimse onlara alışveriş merkezi ya da otel yapmak istemiyor…
Bunny ise yaşadığı yerle ilgili olarak o kadar iyimser değil. En azından siyasetiyle ilgili olarak. “Sistem yanlış” diyor ısrarla, “bunun adı demokrasi değil”. Parlamento Meydanı’nda çadır kurmuş barış eylemcilerinden biri Bunny, 60 yaşın üzerinde, arkadaşlarıyla birlikte burayı mesken tutmuş, üçüncü dünyanın sorunlarına dikkat çekiyor. “Savaşa ayrılan para ve enerjiyle neler yapılabilir, düşünsene” diyor ağırbaşlı tavrıyla. Bulunduğumuz yer herhangi bir yer değil; Parlamento’nun, namı diğer Westminster’ın tam karşısı, yolun hemen öte tarafinda meclisi koruyan polisler var. “Ellerinde olsa bizi meydandan söküp atacaklar” diyor Bunny. Ama kimse kimseye bir şey yapamıyor işte.
Thames kıyısındaki şaşaalı Parlamento Binası en çok Westminster Köprüsü tarafindaki saat kulesi Big Ben’le ünlü. Londra’ya ille de bir simge seçmek gerekiyorsa gönül rahatlığıyla o seçilebilir. “Big Ben” kente saati haber veren 13 tonluk çanın adı ama zamanla tüm kule böyle anılır olmuş. İyi de kim bu Ben? Rivayete göre bu ad dönemin işletme müdürü Benjamin Hall’dan geliyor. Bir başka rivayet ise 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’nin ünlü ağırsıklet boksörlerinden Benjamin Caunt’a işaret ediyor. Dev çanı kuleye taşıyan işçiler bu boksörü o kadar seviyor ve son zaferinden o kadar etkileniyor ki ağır yülderine onun adını veriyor: Ben.
“Dünyada ne varsa Londra’da da vardır” derler. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun” başkenti için normal bir durum; sonuçta kıtaların birinde boy göstermiş bir fikir, hayal, mal dönüp dolaşıp buralardan mutlaka geçiyor. Buna şimdi “dünyada kim varsa Londra’da da vardır” cümlesini eklemek gerek. Zira kentte 300’e yakın dil konuşuluyor. Adeta modern Babil…
“İngiltere’ye dokuz yıl önce geldim” diyor Hint Okyanusu’nun ada ülkesi Mauritius’tan Faysal. “Benim ülkem haritada bir noktadır, burası ise gerçekten büyük bir ada.” Toplam nüfus içinde hatırı sayılır paya sahip göçmenlerden biri genç adam; “büyük” kelimesini uzatarak söylüyor imknlardaki büyüklüğe de işaret eder gibi. Ama gurbet gurbettir. “Özlediğim şeylerden biri de kapalı alanda sigara içmek” diyor Faysal ki bu iş artık İngiltere’de kesinlikle yasak.
“Göçmüş” olmayı kısa ama etkili bir şekilde tarif ediyor: “Buradayken kendimi ülkemdekinden daha çok Mauritiuslu hissediyorum…”
Göçmenler ve çok göç almış kentler için bazı hassas noktalar vardır, Londra için de var. Kentte hukuken üzerinde ısrarla durulan “ırklar arası eşitlik” kavramı bu açıdan önemli ve faydası görülen bir araç. Sokakta, işyerinde, metroda renkler ve diller arasında bir gerilim yok. Yine de arada görünmez sınırların olduğu, burada da insanların kendilerine yeni kimlik mevzileri kazdığı bir gerçek. Birkaç yıl önce kentte patlayan bombalar da yeni tepki ve refleksler yaratıyor kaçınılmaz olarak.
Mauritiuslu Faysal’ın, sokaklarına çıkıp sigara içtiği mahallenin adı Camden; Londra’nın en kendine has, en renkli, en az sakin köşelerinden biri. Dükkanlar, ışıklar, sesler, giyimler ve kuşamlar kentin şık mevkilerinden, örneğin Chelsea’den epey farklı. Camden son yıllarda biraz elden geçirildi ama o tatlı “salaş” hali hM az çok duruyor. Pazaryerinde Uzakdoğu elbiseleri ile elektronik müzik dinleyicilerinin sevdiği fosforlu kıyafetler yan yana. Hint yemekleri ile helal Müslüman mutfağı ürünleri de öyle.
Carol Booth orta yaşlı bir Londralı. Çokkültürlülüğün kenti zenginleştirdiğini, Londralıların da çok toleranslı insanlar olduğunu söylüyor. Ama aşırı göçün sakıncalarına, eğitim ve sağlık hizmetlerinde görülebilecek sıkıntılara da dikkat çekiyor. Endişeleri yersiz sayılmaz. “Çok sayıda evsiz insanın olduğunu görmek üzücü” diyor Booth, “oysa çok fazla boş bina var ama hükümet bunlardan yararlanmıyor”. Sorunda, fonların Londra ilçeleri arasında dengesiz dağıtılmasının da etkisi olduğunu söyleyen Carol Booth, nüfus yığılmasının ve giderek keskinleşen çelişkilerin bir gün “parlamasından” korkuyor.
Çokkültürlülük, çok biçimlilik, bir şey seçme ve bir şey olma hakkı uzun süredir boy gösteriyor buralarda. İngiltere’nin siyasi ve ekonomik geleneğinin liberalliğinden; toplumun ileri derecede organize ve kentli olmasının getirdiği hoşgörüden; farklılıkları kabul etmekten başka seçenek bulunmayışından… Tüm bunları alt alta getirdiğimizde ortaya içinde tüm dünyanın ve tüm hayatın kaynaştığı kocaman bir pota çıkıyor. Yani Londra… Kraliyet, parlamento, sanayi, sömürgeler, farklılaşma, gençlik hareketleri, popüler kültür…
Londra South Bank Üniversitesi’nde “kentsel dönüşüm” konusunda doktora yapan Burak Çetindağ “Avrupa’nın erime noktası” diyor Londra için. “Çağdaş yaşamın resmini antik bir çerçevede sunan gri bir metropol. Sosyal, ekonomik ve fiziksel dönüşümün baş döndürücü hızını ve bunun getirdiği tezatları ustaca sahneleyen küresel bir merkez Üniversitenin burs ve finans birimi yöneticilerinden Marie Çetindağ aynı zamanda bir grafik tasarımcı. İsveçli Marie yaklaşık 10 yıldır Londra’da. “Kent, geldiğimden beri çok değişti” diyor. “Harika bir yer ama aynı zamanda çok ‘yalnız’ olabiliyor. Burada İskandinavya’dakine göre daha çok seçenek ve firsat var ama hayat standartları daha bulanık. Londra tarzı yaşam, özellikle iyi para kazanıyorsanız çok hoş ama zengin ve yoksul arasındaki farkın giderek açıldığını görebiliyorsunuz.”
Londra, Thames üzerinde yer alıyor ama dar bir akarsu vadisi boyunca gelişmiş değil, çünkü coğrafya engebeli sayılmaz ve her yöne gelişmeye uygun. Arazideki kilden elde edilen tuğlalar yüzyıllardır inşaatlarda kullanılıyor ve Londra’ya o bildik, hoş mimari dokusunu kazandırıyor. Kent dokusu ise planlı ve düzgün; merkez dışındaki mahallelerde bina yoğunlukları, kat adetleri, açık alanlar, yollar genellikle insana bir “kent irisinde” bulunduğunu hissettirmiyor.
Tabii işler her zaman bu kadar yolunda değildi. Ortaçağ Londra’sı gürültülü ve kirliydi. Büyük Britanya’nın siyasi ve ticari merkezi olarak giderek öne çıkan kentin nüfusu 1800’lerin başında 1 milyonu geçti; 1900’ün başında ise 6 buçuk milyona firladı. İngilizler köyden kente akıyordu artık; bu da Londra için sorun demekti. “Kent planlama” disiplininin ilk uygulayıcılarından Londralılar, fiziki yapıyı daha sağlıklı hale getirmeye çalıştı. Sonuç pek de fena değil…
Michael Leary, Londra South Bank Üniversitesi’nin Kentsel Planlama ve Dönüşüm Bölümü’nün kıdemli hocalarından. “Londra, 2000’de kendi valisine kavuştuktan sonra sosyal ve çevresel anlamda giderek gelişti” diyor Leary. Kent, bunun öncesinde ilçe temsilcilerinden oluşan bir heyetçe yönetiliyordu. Michael Leary şöyle devam ediyor:
“Trafalgar, Leicester gibi büyük meydanlar ilerleme gösterdi, artık toplu kullanım meknları için heyecan verici birer model olarak gösteriliyorlar. Tüm Londra’da buna benzer yerel projeler yapılıyor. Trafik yoğunluğunu azaltmak amacıyla uygulanan tarifeler hava kirliliğini azalttı, kenti daha keyifli hale getirdi. Londra bir kez daha dünyanın zirvesindeki kentlerden biri oldu; 2012 Olimpiyat Oyunları’nın getireceği yatırımların ve mirasının da kentin gelişimi- ne olumlu yansımasını bekliyorum.”
Bir kent efsanesi Soho adının eski dönem aylarındaki yaygın bir çığlıktan geldiğini söyler: “So-Ho!”. Mahallenin ortasında av hayvanlarının dolandığı ormanın yerine şimdi küçük bir park var. Yanında da St. Patrick Kilisesi. İngiltere Protestan bir ülke ama bu bir Katolik ibadethanesi. Girişte kilisenin bazı güncel meselelerle ilgili görüşlerini anlatan kitapçıklar duruyor dileyen alıp okusun ve ders alsın diye. Bağış kutusunun başındaki yaşlı ve sevecen İskoçyalı “bunlara ihtiyaç var” diyor, “insanların daha ‘sakin’ olmayı öğrenmesi gerek”. İşin ilginç yanı şu, Soho her daim eğlenceye hazır bir ruh hali içinde ve kimsenin sakin olmaya niyeti yok.
En canlı semtlerden Soho restoranları, kitapçıları, sinemaları, Çin mahallesi, striptiz kulüpleriyle harıl harıl yaşıyor. Merkezin diğer unsurları, Oxford ve Regent gibi caddeler, Picadiliy Circus ve Covent Garden gibi mevkiler, büyük kavşaklar, meydanlar bir bakıma Londra’nın hem düğümlenip hem çözüldüğü noktalar. Kentin kalbi City, diğer adıyla “Square Mile” büyük miktarda paranın hareket ettiği, sayıların egemenhiğindeki bir alan. İş hengmesi, yani buralıların deyişiyle “rat race”. Alışveriş. Eğlence. Hareket. Modernite…
Londra ilk modern kentlerden biri. Teknik gelişmeler, yeni üretim biçimleri, kentleşme, kitle iletişimi, yeni sınıflaşmalar, yeni hayat ritimleri… Bu modern meseleler ve çalkantılı sonuçları açısından “1851 Büyük Fuarı” kentin tarihinde önemli bir dönemeç, hM. hatırlanan kritik bir aşama. Kraliçe Victoria ve kocası Albert için bir zafer, Birleşik Krallık için bir gövde gösterisi olan fuar büyük bir değişime de işaret ediyordu. Artık endüstri vardı, dünya bir pazaryeriydi, ürün “metaya” dönüşmüştü ve sömürgecilik almış başını gidiyordu.
Büyük Fuar’da birçok ülke ve mal boy gösterdi, Britanyalılar ve dünyanın dört bir yanından insan da onları görmeye Londra’ya koştu. Etkinliğin merkezi Hyde Park’a inşa edilen Crystal Palace’tı; bu büyük sergi mekrnı 6 milyondan fazla ziyaretçiyi kendine çekti ve hayran bıraktı. Crystal Palace camdan ve çelik- ten bir devdi; heyecan vericiydi, çünkü daha önce yapılmış hiçbir şeye benzemiyordu. Sanayinin doruğuydu, yeni bir dönemin ilanıydı…
Sir Joseph Paxton’ın fuar için tasarladığı yapı 1854’te Londra’nın güneyine, Sydenham’a taşındı. Bir süre televizyon stüdyosu olarak kullanıldı ama 1936’da bir yangınla eriyip gitti. Crystal Palace’ı görenler arasında Dostoyevski de vardı. Rus yazar doğrusu ondan çekinmişti, bu “billur sarayda” insanlığın geleceği için korku verici bir şeyler bulmuştu. Yeraltından Notlar romanında onu bir simge olarak kullandı Dostoyevski. Aklın zaferi; duygulara ve Özgür iradeye yer bırakmayan bir çağın habercisi; mühendisliğin ilkelerini insan hayatına uygulayan bir zihniyetin ürünü… Londra’nın Crystal Palace’ı dünyanın modernlik macerasında hiç bitmeyen tartışmalar ateşledi. Buna 1970’lerin ortalarında bazı Londralı gençler de katılmaya başladı. Punk’lar.
Londra sokaklarında giyimleri, saçları ve yürüyüşleri çarpık, suratları asık gençler beliriyordu artık. Modern gündelik yaşamın parodisini yapıyorlardı, yabancılaşmayı görünür jhale getiriyorlardı, özgür iradeye yer bırakmayan bir dünyaya -tıpkı Dostoyevski’nin dediği gibi- nanik yapıyorlardı. Londralı punk grubu Sex Pistols 1976’da ayaz ayaz bağırıyordu: Ben bir deccalim… Dünya bundan daha yırtıcı bir şarkı sözü duymamıştı o güne dek.
Sonuçta Londra moderniteye verilen yanıtlar açısından da ilklere sahne oldu; çok sayıda gençlik altkültürü burada doğup dünyaya yayıldı. Göçmenlerin, işçilerin, orta sınıfin, banliyölere sıkışıp kalmışların, iş-işsizlik baskısı altındakilerin çocukları modern kentin kasvetini dağıtmaya uğraştı. Savaş sonrası kuşak, 60’ların iyimser hippileri, 70’lerin kötümser punk’ları ve daha nice kültürel hareket yeni biçimler yarattı, yeni yollar denedi ve geriye önemli kültürel referanslar bıraktı. Büyük ve ciddi bir resim üzerindeki küçük ve haylaz lekeler; devamlı ve devamlı semboller, görüntüler üreten pop alemi. Greil Marcus’un 20. yüzyılın alternatif tarihini anlatan kitabının adı gibi, Ru) Lekesi… Müzik, o günlerden beri Londra’nın en iddialı uğraşlarından biri; kentin sakinleri şimdi dünyanın en iyi gruplarını çıkarmanın gururunu taşıyor. Parisliler filmden anlıyorsa Londralılar da müzikten anlıyor.
Yazar Jan Macleay İngiliz gençlik tarihini özetliyor: “Londra’da doğduğum ve 60’larda, kentin tarihinin en renkli ve heyecan verici dönemlerinin birinde büyüdüğüm için şanslıyım. ‘Mod’ hareketinin müzik, moda ve sanat üzerindeki etkisi bugüne bile yayılıyor. Dünyada başka hiçbir kentte bunu Londra’dan daha iyi göremezsiniz.”
Crystal Palace artık Londra’da bir yer adı sadece. Hyde Park daha sakin, ortalığı hareketlendirenler “hatipler köşesinde” konuşma hakkını kullananlar. Arada bir kendini gösteren punk’lar ise daha az ve daha cansız. Ama kent içten içe kaynamayı sürdürüyor, bir yerlerde sürekli yeni bir ezgi, yeni bir biçim, yeni bir söz üretiliyor. Mesela Tate Modern’de.
Bu önemli merkez, çağdaş sanatın en önemli adreslerinden biri, üretim ve sergileme mekanı. Hemen önündeki Millennium Köprüsü gösterişli bir şekilde kuzeye uzanıyor ve Thames’ı aşıyor. 0 yakada St. Paul Katedrali’nin alımlı kubbesi gösteriyor kendini, tek bir bakışa, birbirinin içine geçmiş çok sayıda tarih katmanı sığıyor. Tate Modern, ünlü South Bank yürüyüş yolunun zenginliklerinden biri. Biraz ilerisinde, yine nehir kıyısında bu sefer alabildiğine 1,dasik bir yapı var: Shakespeare’s Giobe. Büyük oyun yazarının orijinal tiyatrosunun yeniden yapılmış hali, Hamlet’in kendini evinde hissettiği yer, hMı Shakespeare’in İngilizcesinin çınladığı sahne.
Ve Thames’ın suları Londra köprülerinin altından akmayı sürdürüyor.
İçlerinde Tower Bridge’in yeri başka elbet. Bir tarafında eski kale Tower of London, bir tarafında kentin son model, motosiklet kaskını andıran büyükşehir belediye binası. Eskinin yeniyle yüz yuızeliği ve Londra tam da bu. Tezatlık. Kalıcı ve geçici, iktidar ve başkaldırı, ağırbaşlılık ve hız, bellek ve unutuş. Crystal Palace ve Sex Pistols. Londra bir kültür alanı olarak modern dünya için önemli bir yer ve bir süre daha öyle kalacak gibi görünüyor. Dünyanın ağırlık merkezinin değişmesi Babil’i kuzeyin bu köşesine taşıdı; Londra da nasıl bir çağda yaşadığımızı, son yüzyıllarda nelerin döndüğünü anlamamızı sağlayacak benzersiz bir örneğe dönüştü.
Kenti bıkılmaz bulan Samuel Johnson’ın ziyaret ettiği “Ye Olde Cheshire Cheese” adlı pub, gerçek İngiliz birası (ale) yuvarlayıp karnını doyurmak isteyenleri ağırlamayı sürdürüyor. Mekrn kalabalık ve eğlenceden iyi anlıyor. Arhur Conan Doyle da gelmiş buraya, Mark Twain de; bu bir şey değil, pub 1666’daki büyük yangında bile buradaymış; sonra tekrar inşa edilmiş. Köprülerin altından sular akıyor da akıyor. Londra hem başka bir gezegen, hem de alışkanlıklara hitap eden bir fincan sütlü çay…


Londra

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder